Öykü: Onur…Onur sesi duydun mu?
Onur: Hangi sesi hayatım?
Öykü: Çadırın altından bir ses geliyor. Kurbağa olabilir mi?
Onur: Olabilir. Hadi uyumaya devam et, yarın uzun yolumuz var.
Öykü: Altımda ya kurbağa ya fare ile uyuyamam ki ama! Ya bir şey yaparsa?
Onur: Sen kocaman bir bedene sahipsin, o ise küçücük. Korkma hiçbir şey yapamaz sana, ben varım yanında. Hadi, uyu. Yağmur da başlayacak biraz sonra.
Öykü: Sanırım biraz hayal kurmam gerek. Sen uyumaya devam et tatlım. İyi uykular.
Tournai gününün sonunda çadırın içinde gece 3’te Onur ile aramızda geçen diyalog böyleydi işte. Çadıra girmeden önce yavru kurbağalarla ve farelerle boğuşmuştuk. Aşağıda Schelde Nehri’nin sesi huzurluydu ama farelerin sesleri uykumun kaçmasına neden olmuştu. Onur uyumaya devam etti ama bu sefer de rüzgarın sesini dinlemeye başlamıştım. Ve kısa bir süre sonra şiddetli başlayan yağmurun sesi ninni gibi geldi. Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum.
Sabah uyandığımızda yağmur uzaklaşmıştı bizden. Ama akşam yıkadığımız çamaşırlar ipte asılıydı ve kuru kalmalarına imkan yoktu. Yolumuz uzundu, bir an önce yola çıkmalı ve yaklaşan fırtınaya yakalanmamalıydık.
Herkes uyandı, yavaş yavaş çadırlar toplandı, ıslak kıyafetler heybelere özenle yerleştirildi, rüzgarda kurusunlar diye. Kahvaltı için yine ucuz bir market arayışına girildi ve Tournai’nin yorgun kaldırımlarında ekmek arasında peynirimizle, portakal suyumuzla ve enerji vereceğine inandığımız muzumuzla yola hazırdık. Belçika ve Fransa’nın sınır bir şehrindeydik, yabancıydık. Biraz sonra artık tamamen Fransa topraklarına değecekti tekerimiz. Ama hepimizin içinde anlam veremediği bir yalnızlık ve sessizlik vardı. Bu konuyla ilgili hiç konuşmadık ama herkes içiyle konuşuyordu bundan eminim.
Bir sonraki durağımız Boiry-Notre-Dame. Komün olan Boiry-Notre-Dame merak ettiğim bir yer ama önce Tournai sokaklarını biraz gezmek için gidonumuzu Tournai Meydanı’na çevirdik.
Deniz kabuklarıyla aramdaki bağı evren duymuş olacak ki her yerde çıkartıyordu bu güzelliği karşıma.
İstiridyenin tarihte çok fazla hikayesi var. Birçok kültüre dokunmuş olan istiridyenin Maya Medeniyeti ile arasındaki bağ benim çok hoşuma gidiyor. Mayalar herhangi bir sayıyı sadece üç sembolle gösterir. Nokta, çizgi ve istiridye kabuğu sembolü. İstiridyenin karşılığı ise; sıfır sayısıdır. Bu aklıma gelince hangi pencereden bakacağımı düşündüm. Ve o an için ihtiyacım olan pencerenin, yeniden başlamak olduğunu anladım. Bu yolculukta çok fazla problemle karşılaşmış olabilirim, tam tükenmek üzereyken bir peri dokunuşuyla kendime gelmiş olabilirim, bir ağacın hikayesi, bir yolun kıvrımı, bir ormanın sesi bana yardımcı olmuş olabilir. İşte şimdi de yola gömülmüş bu istiridye sembolünün karşıma çıkması sebepsiz olamaz değil mi! Belki hüzünlerin, belki diz ağrılarımın, belki fırtınada yediğim rüzgarların, yağmurların, belki sağlıklı beslenemediğimden olacak vücudumun dengesini bozmuş olacağım ki metabolizmam zayıf kaldı. Babamın yadigarı olan nur topu gibi bir herpes virüsü de taşıdığımdan olacak ki yine bir uçuk çıktı vücudumda. Bu sefer çenemde ve burnumda kendisini gösterdi. Uçuk kremimi hiç yanımdan ayırmam. Yıl boyunca iki ayda bir “ben geldim!” der çünkü kendisi. Fakat yanıma aldığım krem çok az ve bir an önce eczane bulup burnumdaki uçuk büyümeden onu yumuşatmam gerek. İşte biraz fiziksel ağrılarım biraz da anlam veremediğim iç huzursuzluğum sırasında geldi bu istiridye kabuğu. O andan sonra işler biraz daha iyiye gitmeye başladı, itiraf etmeliyim (:
Merkezde gezerken bir eczane buldum. Fakat öğle yemeği için ara vermişlerdi ve açılmasına daha bir saat vardı. Yola devam edelim dedik. Nasıl olsa geçeceğimiz bir kasabada eczaneyle karşılaşacaktık.
Tournai’den çıkarken Petr ve Otakar durdu. “Biz önden hızlı gidelim, siz arkadan gelebilir misiniz?” diye sordular. Onur ve Erman’la birbirimize baktık. “Neden olmasın?” dedik. Gps güzergahlarını kontrol ettik ve vedalaştık çocuklarla. Bu yolda artık üç kişiydik. Ve yeni yollara fazlasıyla hazırdık.
Masal diyarında yol alıyordum. Önüme çıkan her imge beni büyütüyor ve zihnimdeki anlamlara yeni anlamlar ekliyordu. Gördüğüm bir evin önünde durdum ve dakikalarca hayal kurdum. İçinde olduğum bir hayal değildi bu! İçindeki yaşamı hayal ettiğim, kahramanlarını düşlediğim ve konuşturduğum hayaldi. Belki sen de hayal kurmak istersin diye buraya bırakıyorum bu güzelliği…
Fırtınanın etkisi şiddetli rüzgarla başlamıştı. Yağmur her an başlayabilirdi ama duracak, dinlenecek zamanımız yoktu.
Odaklanmamız gereken tek şey yolun güzelliğini içimize hapsetmek ve tadını çıkartmaktı.
Kasabalardan sonra ana yola çıktık ve Fransa’nın hafif hafif eğimlerine merhaba dedik. Üstümüzde gri bulutlar, yandan çarpan rüzgar, arabalar, saman balyaları derken Douai şehrine yaklaştığımızı anladık. Önümüzde pedal çevirmemiz gereken kilometreler vardı ama görülecek, keşfedilecek de yeni yollar vardı.
Akan yola tutunduk, yavaş yavaş izledik yolu. Ve bu sefer karşıma bu güzellik çıktı.
Tüm masumluğuyla öylece duruyordu orada. Sokuldum yanına. Derinden gelen ağır nefesini dinledim. Yavaşlayabildiğim için kendimi şanslı hissettiğimi anlattım ona. Dedi ki; “Yavaşlamak keşfetmene yardımcı olur. Ama kalbinin sesini duymayı ihmal etme! Önce içini hisset, önce kendine inan, sonra tüm güzellikler belirecek gözünün önünde!”
Heybeye attım tüm söylediklerini. Ve bir sokakta karşıma çıkan eczaneden, artık burnumda ve çenemde acılara sebep olan uçuğum için krem aldım. Krem alma sürecim Fransızca bilmediğim için biraz sancılı geçti. Ama telefonumdaki sözlük bu durumu çözmeme yardımcı oldu (:
Artık Raches komününden uzaklaşıp Douai şehrine yol alma vakti gelmişti.
Ve çıktığımız yolda yeni bir durağa daha ulaşmıştık.
Merkezde biraz tur attık ve Boiry-Notre-Dame için yola devam ettik.
Tarlaların arasında kendimi çok güvenli hissettim. Tepemizdeki gri bulutlar artık korkutmuyordu beni. Bir türlü yağmura dönüşmemişti ama kafamı yukarıya kaldırdığımda başka bir dünya sunuyordu bana.
Yokuşlar ağırlığını hissettirdi. Bisikletin kendi ağırlığı, heybelerin ağırlığı ve bedenlerimizin ağırlığı yokuşlarla birleşince çevirdiğimiz her pedal on kat yükle geri geliyordu bize.
Ama en sonunda beklediğimiz tabela karşıladı bizi.
Şimdi yapacağımız tek şey kamp alanını bulmak ve evimizi kurup yemeğimizi yapmak olacaktı. Ve yeni evimiz karşıladı bizi.
Petr ve Otakar kamp alanına bizden önce gelmişti. Çadırlar kuruldu. Yemek için kamp ocağı ayarlandı ve makarnamız haşlandı.
Bu yolculukta sarıldığım birçok şey oldu. Hem yola çıkmadan önce tutunduğum hem de yol içindeyken hayatıma dahil etmek istediğim çok şey vardı. Kimisi gerçek oldu kimisi hayal ettiğimden daha fazla güzellikte geldi karşıma. Ama içlerinde biri vardı; Lavanta… Hollanda’da, Belçika’da hep karşımdaydı ama itiraf etmeliyim Fransa bu noktada benim için sırf lavanta için ayrı bir yerdeydi. Ve yol boyunca yeşilliklerin içine saklanmış mor salkımlar ruhumu öyle doyurdu ki! Bu yolun hatırasıdır gördüğüm her kare, içime çektiğim her mor koku… İşte, yoldaşlığı her daim benimle olsun diye bu da somutlaştırdığım bir anıdır. Sen de gör istedim…
Şimdi gün yavaş yavaş yerini siyaha bırakıyor. Biraz sohbet biraz düş zamanı. Belki göreceğiz huzurlu rüyalar, belki de dua edeceğiz uyuyamadığımız için biraz uyku adına. Ama ne olursa olsun nefesimizin güzelliğine sahip çıkmak için atılsın tüm hayal tohumları. Çünkü bilemezsin aklından geçirdiklerinin bir gün gerçek olmayacağını. Sen dilemekten vazgeçme. Vazgeçme ki bir sonraki yaşadıklarını anlatan sen ol!
Bu yolculuğun videosu da senin için geliyor. İyi seyirler (:
Bir cevap yazın