Gece, saat 02.00. Şiddetli yağan yağmur. Dışarıda ne oluyor anlam veremiyorum. Karga sesleri, martı sesleri doğada yankılanıyor. Yağmur; karga ve martı seslerini bastırıyor.
Sabah, 05.00. Yağmurun sesi kısıldı. Bu sefer karga coştu. Martı ile kavga ediyor olabilirler. Sakın düşündüğüm şey olmasın, dışarıdan poşet sesleri geliyor. Yoksa? Çocuklar, gece yemekleri bankta bırakmış olamazlar değil mi? Hayır! Açım, çok açım! Çadırdan çıktığımda yiyecek bir şeyler bulmam gerek. Ama mattan kalkamıyorum. Dizim hareket etmiyor!
Saat 06.00. Tuvalete gitmem gerek. Yaklaşık beş dakika içinde anca doğrulabildim. Dizim kıpırdamıyor. Çadırın fermuarını açarken korkuyorum. Hava aydınlık, çimen kokusu sarmış etrafı.
O da ne? Bir karganın ağzında peynir bir martının ağzında salam! Uzaktaki kırmızı gagalı martı kahkaha atıyor. Şaka olmalı bu! Gerçekten kahkaha atıyor. Sen hiç kahkaha atan martı duydun mu? Ben duydum ben gördüm! Ve ömrüm boyunca unutmayacağım…
Ayaktayım. Çadırdan çıkmam 15 dakika sürdü ve inanılmaz son! Dizimin üzerinde duramıyorum. Bisiklet sürmeyi düşünmek değil derdim, ben şimdi tuvalete nasıl gideceğim?
………
İşte bu sayıklamalar eşliğinde geçirdim o geceyi ve sabahı canım okuyucu. Tuvalete nasıl mı gittim? Ayağımın üzerine bugüne kadar dik durduğum tüm günleri toplayarak bastım. Dizim her adımda değişik sesler çıkarıyordu. Ben tıptan anlamam; ama o an hissettiğim en net düşünce şuydu: “Öykü, bittin kızım sen! Bırak bisiklet sürmeyi bundan sonra adım atabilirsen öp başına taç yap dizini!” oldu. Ayaklarım sürünerek gitti tuvalete. Ne yapacağımı bilemez halde girdim duşa. Sıcak mı soğuk mu değmeli şimdi bu su? Düşün, bilmiyorum. Çünkü, dizimdeki sorun ne inan anlamıyorum. Ben de, madem bilinmezlik içindeyim inceldiği yerden ağrısın dedim! Girdim ılık duşa. Sıcak versem bir dert soğuk versem ayrı dert! Ilık iyidir, dedim (: Biraz da göz yaşlarım döküldü ılık sularla…
Sonra ne mi oldu?
Onur bir yandan soruyor “Nasıl dizin?” diye. Yiğitlik var serde! “Bugün daha iyiyim!” diyorum. Yahu normalde üzerine basamıyorum Onur’u görünce dans ediyorum.
Girdim evi topladım. Dizimi, tereyağlı ballı ekmek hazırlar gibi en ince ayrıntısını düşünerek hazırladım yola. Hiç boşluk kalmayacak şekilde üçlü krem bombardımanına tuttum. Ağrı kesiciyi de yuttum! “Tamam hazırım, önümde 80 kilometre, giderim ben bu yolu, hiçbir şey olmaz!” dedim.
Önce 20 dk. ısıttım vücudu. Milim milim dikkat ederek ısıttım. Bak kızma bana. Başka seçeneğim yoktu. Zaten trenle geçmek istesek de yine süreceğim o bisikleti. Anlıyorsun değil mi? Çocuklarla anlaşma yaptık. “Ben durun dediğimde duracaksınız tamam mı?” Ne desinler, hepsi gözümün içine bakıyor. Düştük yollara…
Kamptan ayrıldıktan sonra dün yapamadığımız Brielle gezintisini yaptık. Meydanı, sokakları, evlerin huzurlu pencereleri karşıladı bizi. Sonra 300 basamaklı olduğunu öğrendiğim bir kilise çıktı karşıma. Ben dizimi 80 kilometreye ayarladığım için 300 basamak yerine çimlere basmayı uygun gördüm ve yeşilliğin tadını aşağıda çıkarttım.
Ve asıl macera işte şimdi başlıyordu.
“Işığı karanlıkta bulabiliriz; dolayısıyla, üzüntülüysek bu ışık bize her şeyden daha yakındır.” Meister Eckhart
Benim karanlığım diz ağrısıydı; ama ışığım yolumdu. Yolumun tam da içiydi, üzeriydi, sağıydı, soluydu. O ışığı hissedebilen gözlere sahip olduğum için çok mutluydum.
Yolumuz her zamanki gibi, eşsiz bisiklet yollarından akıyordu, köylerden, kasabalardan geçiyorduk. Hayvanlara, insanlara, ağaçlara selam vererek yol alırken masal diyarı çıktı karşıma, Rockanje! O ormanları, yolları, havası en çok da her yerde görmeye alışkın olduğum evleri ayrı bir “Merhaba” dedi bana.
Gerçekten ne bulmuştum ne hissetmiştim sana anlatmam imkansız. Ama öyküm hece hece yazılırken bu noktada biraz daha yavaşlamaya başlamıştı onu söyleyebilirim. Sonra yine bir orman karşıladı beni. Bedenimdeki ağrıyı o ormana emanet ettim. Tüm gücümle sarıldım ağaçlara ve rüzgarı aldım omuzuma yoluma devam ettim.
Ormanın sonu artık bizi Kuzey Denizi ile buluşturacaktı ve rotamızın benim için en önemli kısmını teşkil ediyordu. Zeeland en çok görmek istediğim yerdi. Kendisini yeniden var etmiş bir toprak parçası üzerinde pedal çevirmek beni en çok heyecanlandıran andı. Aslında deniz seviyesinin altında olan bu toprak parçası sürekli kontrol altına alınmak zorunda kalınmış. İşte biz de biraz sonra bu küçük adacıkları birbirine bağlayan baraj köprülerinden geçecektik. Ve nasıl bir manzarayla karşılaşacaktım, hiç fikrim yoktu. Daha sonra ne kadar düşünürsem düşüneyim hiçbir zaman yaşadığım an’ı, hissettiğim duyguları hayal bile edemeyeceğimi anladım.
Ve ilk köprü bizi Stellandam şehrine bağlayan köprüydü.
Hava, hasretini çektiğim o günler gibi aydınlık, bulutlar, sürekli dans halinde. Gök desen maviyle şarkı söylüyor. Deniz kıpırtısız dururken, içimde yazın gelişini kutlayan çocuklar koşuyor.
İlk köprü heyecanı yüreğimde, yolumuza devam ediyoruz. Ama bir şeyler ters gidiyor. Onur önümde ben arkasında can havliyle bağırıyorum. “Durmamız gerek Onur, lütfen durmamız gerek!” Ve acı bir fren sesiyle Onur aniden duruyor. Henüz yokuş çıkmışız. Dizimde resmen darbuka çalınıyor. Solda bir bank buluyoruz ve bisikletten inmek için Onur’dan yardım istiyorum! İçim diyor; “Öykü bitti bu iş artık süremezsin.” Dışım diyor; “Krem süreyim, ilaç içeyim, biraz da dinleneyim geçer.” Hangisine inanmak istediğimi söylememe gerek var mı? Banka oturuyorum, yavaş yavaş çıkartıyorum taytımı. İlk yardım çantam önümde, parmaklarım dizlerimde başlıyorum masaj yapmaya. Gözüm önümde uzayan yolda. “Ne yapabilirim, nasıl başarabilirim? Bu yolu bitirmek istiyorum!” İşte bu cümlede gizli olan tetikleyici kelime kaldırıyor beni ayağa. “İSTİYORUM!” Zorunlu değilim anlıyorsun değil mi? İstiyorum… Ve işte bu kelimeyi yüreğimden taşıran o uzun ve yalnız yola sonsuz minnettarım. Kendisini de buraya bırakıyorum. Belki senin de içinden taşıracağın güçlü kelimelerine yoldaş olur diye…
Dinlenmeme, enerji toplamama, ilacımı içmeme ve içimi duymama yardımcı olan bankımı da buraya bırakıyorum. Hep benimle kalsın diye (: Arada oturmak gerekebilir bu ağrılı dünyada…
Yavaş adımlarla hazırlanıp yollara düşüyoruz sonra. Uzun ince yol bir süre benimle geliyor. Ouddorp merkezine uğramasak da geçeceğimiz ikinci baraj köprüsü için şehrin sınırında pedal çeviriyoruz. Ve bu sefer karşıma, beni mutlu edecek başka bir yol çıkıyor. Sadece bisiklet kullanıcıları için yapılmış bisiklet otobanı! Sağım solum Kuzey Denizi!
Bir süre bu güzelliğe bakmak istiyorum. Bisikleti sağa çekiyorum ve başlıyorum hayallerime hayal eklemeye. Arkamdan Onur yaklaşıyor ve diyor ki; “Erman ve Ota kayıp. Petr onlara bakmaya gitti.” Nasıl yani, hangi ara kayboldular?
Dostları beklerken kendimizi sağdaki yokuştan bırakıyoruz aşağıya. Midedeki hafif açlığı en güzel patatesin yok edeceğini düşünüyoruz.
Ve Petr uzaktan görünüyor. Daha sonra da Erman ve Ota (: Yolun güzelliğine kaptırıp kaybolmamak imkansız bu yollarda. Ve başlıyoruz doğanın tadını çıkartmaya…
Buradan ayrılmak zor olsa da beni bekleyen diğer mucizeler için tekrar düşüyoruz yollara.
Ne ile karşılaşacağımdan habersiz yol alırken bu sefer başka bir masal diyarı çıkıyor karşıma. Zeeland’in son köprüsünden önce bir tabela karşılıyor beni. Noordwelle! Sessizliği, sakinliği, yeşili, gülümseyen insanları ile yine huzura doyuyorum.
Kapı, yalnızca bir kapı mıdır?
Önümdeki tüm kilitleri kaldıran bir yoldayım ben. Yürekle, hasretle, tutkuyla düştüm bu yola. İçimde kilitli tuttuğum her şeyi bir bir bırakıyorum yollarda. Bıraktıkça hafifliyor, hafifledikçe yol alıyorum. Aldığım yol beni bu sefer son köprünün güzelliği ile birleştiriyor.
Rüzgarın sesi hiç bu kadar huzurlu gelmemişti daha önce. Yanından geçtiğim dev rüzgar gülleri sanki inceden bir melodi tutturmuş yol şarkılarımı söylüyor bana. Duymamak imkansız, eşlik etmemek ayıp!
Deniz, diyorum. Mavisiyle, siyahıyla, yeşiliyle deniz diyorum. Tekrar beni bulacağına inandığım hayallerimi bırakıyorum suyun akışına…
Ve sessizce çeviriyorum başımı, göz göze geliyorum adımladığım yollarla. “İnan, başarabileceğine inan. Bu yolu bitirdin sen!”
Ve Kamperland yolundan kamp alanımıza giderken yüzümüz gülüyor. Çünkü, her zaman her yerde özgürlük çıkıyor karşımıza!
Ve yolların büyüsüyle, denizin serinliğiyle, yeşilin kokusuyla, rüzgarın sesiyle kamp alanımıza geliyoruz.
Dile kolay, 74 kilometreyi geride bırakıyorum. Üstelik sersem bir diz ağrısı ile geçiyorum o yolları. Yıllarca okusam anca öğrenebileceğim bilgiler öğreniyorum. Bana başka hiç kimsenin hissettiremeyeceği anlar yaşıyorum ve yüreğimde taşıyorum onları.
Diz ağrım mı? Yukarıdaki harita sadece bir harita değil canım okuyucu. Yukarıdaki harita, yollarında pedallamak istediğim Zeeland haritası. Ve ben o kırmızı çizgide nefes aldım, hissettim, huzurdan ağladım, Kuzey’in derin sularına hayallerimle daldım. Bu yaşanmışlıkla sence dizimin ağrısı umurumda olur mu?
Luctor et emergo!
Sabahım hangi duygularla başlamıştı, akşam yatağıma hangi duygularla gidiyorum. En başta söylediğim gibi adım atabildiğim için dizimi öpüp baş tacı yaptım. Şimdi daha iyiyim (:
Benim için çok değerli olan bu rotanın videosunu da senin için buraya bırakıyorum.
Sen de duy, sen de hisset, sen de adımla diye!!!