Dün zorlu geçen 74 kilometreden geriye kalanları topladım koydum yüreğime. Denizler, tepeler aştık, Kuzey Denizi’nin akıntısına şaştık, suyunu hissettik, tuzunun tadına baktık, günü doğurduk, günü batırdık. Benim hayalim gerçek oluyordu ve bir Öykü doğuyordu.
Geceyi o kadar huzurlu geçireceğimi düşünemezdim. Açık bir gökyüzü, yağmursuz bir sabah merhabası, kuşların her daim farklı konserleri eşliğinde 6.gün sabahına uyandık.
Evimizi kurduğumuz her kamp gibi Zandput da çok güzeldi. İnsanlar gülümsemeleriyle eşlik ediyordu bize. Burada daha uzun kalmak istesek de Brugge bizi çağırıyordu. Ekip uyandıktan sonra evleri topladık ve hafif bir kahvaltı ile güne başladık. Middelburg’un merkezine çevirecektik bu sefer tekerleri. Ama hemen yanımızdaki sahile dokunmasak ayıp olacaktı. Biz de çevirdik gidonu hafif yokuşlu sahil yoluna. Ve karşılaştığım manzara muazzamdı.
Üzerine ayak bastığım deniz küçük çaplı da olsa gel-git olayıyla karşılamıştı beni. Sabah suların nasıl çekildiğini göremesem de o an bunu hissetmek muazzamdı.
Gittiğim yerlerden bir şeyler almak değildi derdim, sadece yaşamaktı. Yollardayken her zaman cebime attığım bir taş olur anısı kalsın diye. Ama şu ana kadar geçtiğim yollarda doğa harikaları karşısında taş görememiş ve çok üzülmüştüm. Fakat tüm hüznümü tamamen yok edecek muhteşem bir manzarayla karşılaştım.
Med cezir bu dünyada en çok mutlu olacağım şeyi öylece sunmuştu ayaklarımın altına. Ben de heyecanlı ve meraklı bir çocuğun kalbiyle attım heybeme deniz kabuklarımı. Şimdi mutlu bir şekilde hayal ortaklığı yapıyoruz.
Sahilden koparak ayrıldıktan sonra Middelburg merkezine doğru yola çıktık.
Artık alıştığımız sadece bizim için ayrılmış o güzel bisiklet yollarından geçtik yine.
Kafamı nereye çevirsem su, yeşil ile kol kola girmiş koyu sohbete dalmış oluyordu hep.
Ve en sonunda merkeze ulaşmıştık. Middelburg küçücük dünyasıyla bize büyük bir kapı açmıştı. Geçtiğimiz köyler, kasabalar, şehirler toplanıyordu içimde. Burası da tatlı bir iz bırakmıştı işte ruhumda.
Bir panayırın ortasına düştüğümüz ve yolumuz da uzun olduğu için çok vakit kaybetmeden bizi Belçika sınırına götürecek feribota doğru yol aldık sonra.
Vlissingen şehrinden kalkacak olan feribot tam karşımızdaydı. Hemen biletlerimizi alarak bisikletlerimizi feribotta bulunan bisiklet parkına bağladık. Ve çıktık dışarıya çektik deniz kokusunu içimize.
Deniz üzerindeyken kimimiz dışarıyı kucakladı kimimiz uyudu. Ben sürekli bir arayış içindeydim. Gözlerimin her bir noktaya dokunmasını istiyordum. Feribottan indikten sonra sağında ve solunda ağaçlar olan dar bir bisiklet yoluna düştüm. Ekip önden giderken sağa çektim bisikleti ve yol kenarında tutunmaya çalışan minik çiçeklere dokundum. Ben mi onlara dokundum onlar mı beni ağırladı hiç fikrim yok. Sonra yeniden yollar aldı beni içine ve Oostburg kasabasında bulduk kendimizi. Kasabanın bizi karşılayışı öyle naifti ki…
Ve hem mide hem beden için ufak bir mola verdik.
Oostburg’dan çıktıktan sonra muazzam bir yol karşıladı bu sefer beni. Hollanda sınırından artık çıkıyorduk ve Belçika sınırına yaklaşıyorduk. Sınır dediysem öyle çizgi falan aramasın gözlerin. Yol öyle güzel akıyordu ki…
Sağımızda nehir solumuzda dört nala koşan atlar eşliğinde doğa ile çevirdik pedalları.
Ve artık Hollanda macerası yerini Belçika heyecanına döndürmüştü. “Hoşgeldin” yazısı ile beş kafadar birbirimize baktık ve sadece gülümsedik. Yola çıkmadan önce ne düşünüyorduk şimdi aldığımız yola dönüp bakınca sadece gülümsüyorduk.
Bulunduğumuz yer Damme tabelasını gösteriyor ve Brugge için sadece 5 kilometre kaldığını söylüyordu.
Heyecan dorukta devam ettik yeşil yollarda.
Ve karşıma aniden çıkan güzellik karşısında öylece kaldım. Evet Hollanda’da çok fazla görmüş ve her defasında hepsine ayrı bir hayranlıkla bakmıştım ve konuşmuştum onlarla. Ama bu farklıydı. Bu, şu ana kadar geçtiğim ve geçeceğim yolların tümünü toplayıp iyisiyle kötüsüyle onlara sahip çıkmam gerektiğini fısıldadı kulağıma. Yani, görevini tamamladı. O rüzgarla çalışıyordu ben onun fısıltısıyla. Ama enerji üretme görevini yerine getirmişti. Önümdeki tüm yolların enerjisini depoladım ben bu müthiş güzellikle…
Yel değirmenimin yanındaki huzurlu ev de el salladı bize.
Ve Belçika yeşiliyle sardı beni kollarına. Yolda konuştuğum çiçekler, yel değirmenimin fısıltısı, kargaların telaşları, ördeklerin oyunları derken huzur en mavi haliyle benimleydi.
Ve turumuzun ikinci ülkesinin ilk şehrine ulaşmıştık.
O an yapmak istediğimiz tek şey yemek yemekti. Her zaman olduğu gibi cebimize çok dokunmayacak ama bizi mutlu edecek şeyler almak için markete gittik. Ben yine güvenlik modumu açtım ve etrafı izledim.
İçeriden büyük neşeyle çıkan ekibe baktım ve Onur’a ilk sorduğum soru şu oldu: “Çikolatamı aldın değil mi? Lütfen aldım de!” Cevap belliydi. Bir değil iki değil üç çikolata ile çıkmıştı canım sevgilim (: Ve sonra doğru kamp alanına sürdük bisikleti. Gülümseyen tabelasıyla karşıladı bizi yeni evimiz.
Ev çıktı çantasından yerine kuruldu. Duş alındı günün yorgunluğu uçup gidiverdi. Bir zafer vardı içimizde. Sadece bizim anlayabileceğimiz bir zafer. Şerefe!
Biz bu zaferi kutlarken Erman hayatıma hiçbir zaman anlayamayacağı bir şekilde dokundu. Neden mi? Biz günün yorgunluğunu Onur’la sohbet halinde çıkarırken Erman yanımıza geldi ve “Benimle gelmelisiniz.” dedi. Ne yapalım, düştük yola. Kamp alanının arkasındaki küçücük bir kapıdan girdik ve içine düştüğüm yer benimdi! Öykümdü! Umudumdu! İnancımdı! Hayalimdi! Gerçeğimdi! Sesimdi! Soluğumdu! Amacımdı! Dünümdü! Bugünümdü! Yarınımdı!
Başarmıştım. Bugüne kadar istediğim her şeyi başarmıştım. Yorgundum, sessizdim, ıssızdım, tam da olmak istediğim yerdeydim. Bu yolun amacındaydım sanki!
Hep hayal edersin, rüyalarında dolaşırsın, göğe bakar hayal içinde hayale dalarsın…Sonra bir ağaç bulursun, tüm masumluğuyla gövdesini sunar sana.
“Yaslan!” der…”Tüm yorgunluğunu daya bana!”
Uzanırsın, herkes susar; başlar orman konuşmaya…
Yola çıkmadan önce ne ile karşılaşacağını bilemezsin. Yolu dinlersen, en saf halinle açık olursan, en doğal halinle verirsen düşüncelerini yolu duyabilirsin. Yol sana açar tüm gerçekliğini. Bazen korkarsın, bazen sonsuz güvenle sarılırsın yola. Ama unutma tek sırdaşındır, yol! Sen ne almak istediğini bilmezsin. Ama bir şey olur, bir şey çıkar karşına; bir ses, bir renk, bir duvar, bir at, bir lavanta, bir orman!
Bu yol, benim yolumdu. Sana yazarken içimle tekrar konuşuyorum ben. Tekrar tekrar duymak, Dünya’nın gürültüsünden onu arındırmak, ona haksızlık etmemek için!
Sahi, senin yolunun sesi nasıl geliyor kulağına?