Yeni gün... Şiddetli yağan yağmur... Sağ dizime misafir olan inanılmaz ağrı... Önümüzde hafif yokuşlu bir yol... Dizdeki ağrıdan dolayı bilinmezliğin getirdiği huzursuzluk!
Bugüne sağ dizimde nur topu gibi bir ağrıyla uyandım. Ağrı sabah 07.51'de gözümü açtırdı. Kulaklarım yağmur sesine, bedenim diz ağrısına uyandı. Çadırdan çıkmak istemiyorum. Zaten dizim hareket etmiyor. İnceden bir sızı var bedenimde. Bugün Brielle'e geçmemiz gerek. Ama önce yağmuru beklemeliyiz. İçini bir güzel dökmeli toprağa. Güneş, bulut perdesini açmalı. Yeni yokuşlar var önümde. Ağır bir misafir olan rüzgar bugün karşımızdan esecek gibi duruyor. Bu olmadı işte. Bu dizle o pedal o rüzgara karşı nasıl dönecek hiç bilmiyorum! Ya başaramazsam? Bu bilinmezlik çıldırtıyor beni... 05.07.2016 / 08.06 devamını oku
"Keşif için çıkılan yolculuklar yeni yerleri görmekle değil, yeni gözlerle bakabilmekle başlar." Proust'un bu sözünü her daim yüreğimde taşırım. Bu sabaha da yeni heyecanla uyandım. Yolda olmanın en güzel tarafı da yeni yerlere yeni gözlerle bakacak olmanın verdiği heyecandır. Bu heyecan dalgası evimi toplarken biraz sarsıyor beni, ama onu ait olduğu yere doğaya emanet ederek ayrılıyorum bu yeşili, huzuru bol olan yerden.
Sıcacık evinin penceresinden izlediğin yağmur, bir çadırın içindeysen, hele bir de geceyse o pencere önünde hissettirdiği yumuşaklığı hissettirmiyor sana. Aksine, yorgun daldığın uykunun en tatlı yerinde şiddetli bir gök gürültüsüyle uyanıyorsun. Derin bir karanlık hakim doğaya. Çadırına öyle şıp şıp damlamıyor yağmur. Şimşek çakıyor en sessizinden, ardından her yer aydınlanıyor ve geliyor en şiddetlisinden göğü delen gürültü. Ve yağmur coşuyor, coştukça çadırının kapısını daha şiddetli çalıyor. Kapı dediğime bakma. Bir fermuara emanetsin işte. İlk defa kalmıyorsun ki çadırda, ilk defa yaşamıyorsun ki yağmuru çadırının içinde. Ama bu farklı. Hollanda'ya adım attığın ilk günün gecesinde sana "Merhaba" yağışı yağdırmıyorsa başka ne olabilir ki? İyi düşünüyorsun, her zaman iyi düşünmeye çalışıyorsun. "Hoşgeldin diyor bize." cümlesi çıkıveriyor dudaklarının arasından en ince haliyle. Yanında sevgilin, açmış gözlerini sana bakıyor. Gülüyorsunuz birbirinize. Daha sıkı sarılıyorsunuz yağmur her şiddetlendiğinde. Beklemiyorsunuz sabahı. Nasıl olsa o gece, sabaha bırakacak yerini. Nasıl olsa yağmur yorulacak döktüğü her damla adına. Nasıl olsa gün açacak bir nergis misali en beyaz haliyle...
Yağmur yoruluyor, Güneş ağırlığını koyuyor masanın en orta yerine. Fermuarı açıp doğanın merhabasına uyanıyorsun. Günaydın...
Bir hayalin ayak izlerini bir önceki yazımda anlatmıştım. Detaylarını da paylaşmak istiyorum.
Onur'la bisikletlerimizi aldıktan sonra, şehirde küçük turlarla başlamıştık iki teker üzerinde özgürlüğü keşfetmeye. Daha sonra, biraz daha uzun rotalar belirleyerek yeni yerlere pedalladık. Bir hafta sonu şelalere gidiyorduk, bir hafta sonu Termessos'a tırmanıyorduk. Başka bir gün Geyikbayırı tepesinden Akdeniz'e selam ediyorduk.
Baktık ki şehir bize dar gelmeye başladı daha uzun bir rota planlayalım dedik.
devamını oku
Her şeyin bir başlangıcı vardır. Yaşaman için önce nefes alman, konuşmak için önce ses çıkartman, yazmak için önce okuman, adım atmak için önce düşmen gerekir... Bazen istersin bazen sen istemesen de kendiliğinden gelişir her şey. Somut halde vücut bulan eylemlerinin sorumluluğunu her şekilde üstlenmek zorundasındır. Buna "Yaşamın Kuralı" derler. Bir de sırların vardır, kendi kendine konuştuğun, kimseyle paylaşmak istemediğin sırların. Tıpkı çocukken, herkesten saklamak için o en sevdiğin portakal ağacının toprağına gömdüğün renkli topacın gibi mesela. Bilyeleri paylaşırsın, bebekleri, tokanı paylaşırsın ama o renkli topaca kimse dokunmasın istersin. O topacı sararken kurduğun hayallerinin kirleneceğinden korkarsın, o hayallerin dile gelip ona dokunan kişiye duyulacağından korkarsın. O hayallerle dalga geçilmesinden, o hayallerin yaşanamamasından korkarsın. Böylelikle başlar kişiliğinin en korkak tarafı. Çünkü çocuklar kırmıştır seni, yalnız kalmışsındır kimi zaman, en yakınların bile "hayalci" olarak tanımlar seni. Anlaşılmadığını her defasında mırıldanırsın, sesin çıktığında susmanın daha güvenli olacağını öğretirler sana. Susarsın. "Bizim kız çok sessiz, ağzı var dili yok, ay ne tatlı bir kız maşallah çok uslu, mm hamarat da" bla bla bla naralarıyla geçer en temel, en verimli, en masum yılların. Derdini anlatamadığın noktalarda çatı katındaki odana sığınırsın. Odanın terasının bordo kiremitlerine uzanır, tepeye asılmış yıldızlara dalar başlarsın hayal kurmaya. Sesinin çıktığı, özgürce konuşabildiğin, hayallerini sesli dile getirebildiğin tek yer orasıdır çünkü.
devamını oku
Alıştırmaya çalıştıkları parçalı-ateşli kıymıklar batmasa yüreğine, batıramasalar mesela.
Sabah evinden çıkarken on kere düşünüp bir hışımla adımını atmak korkusu yaşamasan mesela.
Apartman kapısının girişine arının yaptığı peteğin hala orada olup olmadığını kontrol etsen keşke sadece. Keşke o apartman kapısından attığın adımlarının tekrar geri döneceğini bilsen mesela.
devamını oku
Bir karede sıkışıp kaldım. Köşeleri hep sivri. Ama kucaklayan, sarıp sarmalamış ve güven hissi veren bir kare bu!
Ayaklarım çıplak. Toprak sert. "Yürü üstümde, bas geç tüm ağırlığınla. Bas ki canlansın içimde yatan tüm anlam!" diyor.
Toprağa basıyorum çıplak ayaklarımla.
devamını oku
O gün adaya hangi duygularla gittiğimi nasıl açıklayayım sana. Vapurun camına başımı yasladığımda, yağmaktan yorulmayan bir yağmur vuruyordu camıma. İçerinin sıcağı, dışarının soğuğu ile birleşince karşıma çocukluğumun buğusu çıkmıştı.
Düz bir yol çizdim önce. Hafif yokuşu olan bir yoldu bu. O ince yokuşlu yolu çıkarken burnuma kekik kokuları geldi yan bahçeden. Taze kekik kokusunu nerede duysam tanırdım. Evin ahşap bahçe kapısında ufak bir delik vardı. Oradan tüm merakıma yenik düşerek içeriye baktım. İki kadın yere serdikleri çarşafın üzerine taze kekikleri özenle yerleştiriyordu. Güneş'e selam vererek kurumaya bırakıyorlardı kekikleri. O küçük delik karşıma kocaman bir dünya açmıştı. Bahçenin avlusunda yerde oturan bir çocuk elinde ne olduğunu anlamadığım bir şeyle ilgileniyordu. Az sonra o şeyin müzik kutusu olduğunu kulaklarım dans ederken anlayacaktım. Sanki karşımda Edith Piaf canlanmış tüm o yakıcı içtenliği ile La Vie en rose söylüyordu. Çocuk müzik kutusunun kolunu çevirirken ben Edith Piaf’a saygıyla eğilirken arkamdan hızlıca bir fayton geçti. Atın ağlamaklı sesiyle irkildim ve o küçük delikli dünyamdan birden bu gerçekliğe atıldım. Bir tane hüzünlü atın çekmeye çalıştığı bu faytonun tekerleri öyle isteksiz dönüyordu ki! Sanki bir tek faytoncu bu durumun farkında değildi. O anda koşsam, arkasından yatişsem, faytoncu kardeşe durumu anlatmaya çalışsam diye düşündüm. Ama çoktan uzaklaşmışlardı. Yokuşa aldırmadan yükselen faytona öylece bakakalmıştım.
devamını oku
Son Yorumlar